2 Aralık 2011 Cuma

ALİ NASUH MAHRUKİ, KAPTAN-I DERYA ALİ PAŞA'NIN TORUNU...

‘Herkes Everest’e tırmanamaz ama herkesin kendi Everest’i ve doruğu vardır. Önemli olan, kişinin içindeki gizli potansiyelini ortaya çıkartmasıdır, kişinin kendi Everest’i. Onu ortaya çıkardığında zaten bu hayatta ulaşabileceğin yere, ulaşman gereken yere ulaşmışsın demektir.’

‘2 tane 50kg civarında çantalarla havalimanında kala kaldım, ne bir tarafa hareket edebiliyorum, ne çantaları bırakabiliyorum, ne kimseyle bir şey konuşabiliyorum, çok kötü hissettim kendimi, hatta ağladım.’


Everest’in ilk Türk Kaşifi, Kar Leoparı. Yüreği sevgi dolu, gönlü zengin, görgülü, eğitimli, kültürlü, alçak gönüllü, devletini ve milletini seven bir dağcı, sporcu, fotoğrafçı… Dahası mı? Buyurun okumaya başlayalım…

Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü mezunusunuz, önemli bir üniversiteden mezun oldunuz. Birçok yönünüzle insanlar sizi tanıdı, profesyonel sporcu, yazar, fotoğrafçı, dağcı, mağaracı… Yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet sporları yapıyorsunuz. Dağcılık maceranız nasıl başladı?
Çocukluğumdan itibaren doğaya ve hayvanlara çok düşkündüm.  Bu evi büyükbabam yaptı. Doğduğumda babamın köpeği vardı, birçok hayvan besledim ve kendim akvaryum yaptım. Doğa ve hayvanlarla aram iyiydi küçükken. Üniversite yıllarında doğayla daha da yakınlaştım. Bir yandan akademik eğitim, bir yandan da dağcılık, dalış, mağaracılık, paraşüt, aletli dalış derken doğayla yakınlaşmış oldum. Bir yandan da üniversitenin o keyifli ortamında, kampüs hayatında, dağcılık federasyonu ve diğer üniversitelerin dağcılık kulüplerinin değişik aktiviteleri oldu. Bu süreç içerisinde, bu alanlara çok yatkın ve yetenekli olduğunu gördüm. Bunu daha da devam ettirmek istedim. En büyük hayalim; 90’ların başında Türkiye’nin ‘’Everest’e Tırmanan İlk Türk Dağcısı’’ olmaktı. Üniversitenin son yılında, üniversiteye Rusya St.Petersburg’dan bir Matematik Profesörü geldi. Dağcılık yaptığını öğrendim. Ruslar zaten fiziksel olarak bu spora yatkın insanlar. İçlerinde de sıkı dağcılar var. Onların o yaz 92’nin yaz sezonunda, Tien Shan Dağları’nda, Khan Tengri Dağı’na tırmanışa gidiyor olduklarını duydum. Bu arada da okulu bitirene kadar Doğa Sporları Kulübünün başkanı oldum. Ben de onlarla Khan Tengri Dağı’na tırmanışa gitmeye karar verdim. Tabi o zamanlar 23 yaşındayım. Türkiye’den başkaları da gelmek ister düşüncesiyle çevremdekilerle bunu paylaştım. Türk arkadaşlardan 7-8 kişi gelmek istedi fakat herkesin bir işi çıktı, mazeretleri oldu ve o uçağa ben yalnız bindim. Tek başına gitmek zorunda kaldım. Hakikaten benim için o, büyük bir bilinmezdi. Büyük bir risk almış oldum. Onlar Türkçe bilmiyor, İngilizce bilmiyor, ben de Rusça bilmiyorum. Zaten Rusya çökeli 1-2 sene olmuş, riskli bölge. Bir de 24 saat sonra buluştuk ki, perişan oldum. 2 tane 50kg civarında çantalarla havalimanında kala kaldım, ne bir tarafa hareket edebiliyorum, ne çantaları bırakabiliyorum, ne de kimseyle bir şey konuşabiliyorum. Çok kötü hissettim kendimi, hatta ağladım. Hayatımda ilk kez orada ağladım. Neyse… Buluştuk ve çok güzel geçti. Zor bir tırmanıştı hakikaten. Ayak parmaklarımı dondurdum. İstanbul’a geldiğimde 6 hafta parmaklarımı hissedemedim. 2-3 hafta ayağa kalkamadım, yürüyemedim. Kramponum kırıldı tırmanışta, bu yüzden oldu. İnerken de tek kramponla inmek zorunda kaldım. 2 kere krampon kırdım hayatımda ve ikisi de çok zor tırmanışlardı.      

Size neden ‘’Kar Leoparı’’ diyorlar? Size bu ünvanı kim verdi?
Kararlı bir yapıya sahibim. Ruslarla tanıştıktan sonra, bu tırmanıştan sonra, Ruslarla diyaloglarım devam etti. Rusya Dağcılık Federasyonu’nun 1966’dan beri uyguladığı bir sistem ile Kar Leoparı ünvanı verdiğini öğrendim ve acayip etkilendim. Sovyet Asya’da 5 tane 7.000m’den yüksek dağ var. 2 tanesi Tien Shan Dağları’nda, 3 tanesi de Pamir Dağları’nda. Bu 5 tane 7.000m’den yüksek dağın tırmanışını tamamlayanlara verilen bir ünvan bu. Ben bunu 26 yaşında aldım ve aldığım zamanda birkaç yüz kişi vardı bunu alan. En gençlerinden biri oldum. Kar Leoparı ünvanını aldıktan sonra da müthiş özgüvenim yerine geldi. Türkiye’den bu ünvanı henüz alan dağcı olmadı. Çok karizmatik bir şeydi bu. Bu bir resmi ünvan aslında. O tırmanışların bir tanesi 7.939m Obeda, zirvesine ulaşan her 6 kişiden birinin öldüğü bir yer. Ona solo tırmandım, tek başımaydım. Solo tırmanış efsane bir iş, aslında ne yaptığımın farkında değilim tabii. Ruslar bana geldiler brifing verdiler ve çok ilgi duydular. Bu kadar genç yaşta bu tırmanışı yaptığım için. 18 gün konaklama ve diğer tüm masraflarım için benden bir kuruş para almadılar. Ruslarda başarıyı ödüllendirmek gibi bir duruş var. Çok güzel dostluklarım oldu Ruslarla.

Everest’e tırmanmak nereden aklınıza geldi? Büyük bir risk aldınız ve bunu gerçekleştirdiniz. Süreç nasıl gelişti, anlatır mısınız?
Tamam dedim, artık şimdiki hedefim 8.000m’lik tırmanış olmalı diye düşündüm. Dünyada 14 tane 8.000m’lik dağ var ve ben herhangi birine razıydım. Bu dağlar Himalayalar ve Karakum Dağları’nda var. Bir de Türkiye’de var. Hayat böyle işte, Everest’i çıkardı karşıma. O yaz 3 tane 7.000’lik dağa tırmandım ve o dönem askerdim, Genel Kurmaydan ve Deniz Kuvvetlerinden izin almıştım. Bu izin döneminde Kar Leoparı ünvanı için bu 7.000m’lik dağları tırmandım. İşte bu tırmanışlar sırasında İngiliz dağcılarla karşılaştım orada. Pamir Dağları’na tırmanışa gelmişler, seneye Everest’e tırmanış yapacaklarını öğrendim. Tibet tarafından, kuzeyden… Niyetlendim ama kendime bir hedef koydum, dedim ki; ‘’Eğer ben bu sene bu 7.000m’lik tırmanışları gerçekleştirirsem seneye Everest’e gideceğim. Yok, eğer tamamlayamazsam, demek ki ben Everest’e hazır değilim’’ deyip vazgeçeceğim. Tamamladım ve İngilizlerle konuştum, hazırlanmaya başladım. Kendime sponsor aradım ve Yapı Kredi ile anlaştık, sponsorum oldular. 40 tane dağcı vardı değişik ülkelerden. Bunların içinden sadece 7 kişi tırmanabildi. Diğerleri geri döndüler.

Everest’e tırmanmadan önce ve tırmandıktan sonra neler hissettiniz? Böyle bir zirveye tırmanmak hem güç  hem de motivasyon ister, siz kendinizi bu sürece nasıl hazırladınız?
Çok sık antrenmanlar yaptım. O zamanlar zaten çok sık dağa gidiyordum. Dağcının en iyi antrenmanı dağda olur bir kere. Dağda ihtiyacın olan kondisyonu, dağda yaptığın antrenmanda gerçekleştirebilirsin. Çünkü çevresel faktörleri orada yaşayarak, onlarla boğuşarak öğrenmen gerekiyor ki tecrübe edebilesin. Çeşitli stres faktörleri var. Şehirde bunları yapamazsın. Orada düşük oksijen var. 5.500m’de buraya göre ½ oksijen var, Everest’in tepesinde buraya göre ⅓ oranında oksijen var. Bütün faktörlere alışman gerekiyor. İşte tüm bunların bileşkesi sonucu, çok ağır ve fiziksel bir stres biniyor üstüne. O yüzden dağcıların en iyi antrenmanı dağda olur. Ama şehirde de antrenman yapmak lazım. Evde bir stepper aletim var. Her gün 1saat 50kg sırt çantasıyla çalışırdım ve ben 70kg bir adamım düşün yani! Her gün bisikletle bebek yokuşunu çıkardım. Her gün 20-25km bisiklete binerdim.
Bir tırmanış asla zirvede bitmez. Biz kendimize daima bunu söyleriz. Everest’in zirvesinde de müthiş bir şey başarmışsın, çok mutlusun, özgüven ve öz saygı hakikaten çok güzel. Keyfin yerinde tamam ama bunun bir anlam ifade edebilmesi için sağ salim geriye dönmen lazım. ‘’Amaaan oldu bundan sonrası ne olursa olsun.’’ diye bir şey yok. Çünkü hala sana zarar verecek çok tehlikeli bir ortamdasın. Üstüne üstlük bir de kaynaklarının önemli bir kısmını da tüketmiş durumdasın. Çok yorgunsun. Genellikle yüksek irtifadaki kazaların %40’ı zirve günü ya da iniş sırasında yani o son etapta olur. En tehlikeli yer orasıdır. O yüzden dikkati ve konsantrasyonu asla bırakmayacaksın. Nitekim ben de bırakmadım. Hatta başımıza bir de şöyle bir iş geldi; 8.200m’de son kampımızı yapıyoruz. İndik, aynı gün bizle tırmanan Romanyalı bir dağcı vardı çok geç çıktı. En son o zirveye vardı. Haliyle de en son o indi, gece karanlığında indi, akşam 20:00’ civarında. İndi ama adam perişan haldeydi, adını söyleyecek durumda değildi. Bütün gece onunla uğraştık. Onu hayatta tutmak, ısıtmak, kendine getirmek için uğraştık. Adamı bırakacak halimiz yok, perişan halde, bitmiş artık. Bir Rus rehber ve ben… İki kişiyiz. Aldık onu aramıza, Rus önden gidiyor ben de arkadan, adam ipe bağlı iniyoruz. Biz de sonuçta bahçede, çayırda çimende dolaşıyor değiliz yani. Biz de yorgunuz kendimizi zor taşıyoruz. 8.200m’den 400-500m indik ve çok hırpalandık. Sora aşağıdan kurtarma ekibi geldi ve teslim ettik onlara ve bizde sonrasında indik zaten.

Dağcılık, eğitim seviyesi çok yüksek bir spordur.

Tüm bunlardan sonra, Türkiye sizi depremler sırasında AKUT ile tanımış oldu ve siz bir anda AKUT ile birlikte gündeme oturdunuz? Bu süreç nasıl gelişti ve neler yaşadınız?
AKUT olayı bambaşka tabii. Bir musibet, bin nasihatten daha iyidir. 1994 Kasım ayında Bolkar Dağları’nda bir kaza oldu, YTÜ’ den 4 dağcı fena bir fırtınaya yakalanıyorlar ve aralarından biri inerken kayboluyor. O zamanlarda Türkiye’de böyle organize bir arama ekibi yok. Öyle bir haber gelince dağcılar gönüllü olarak kendi içinde organize olurlar. Hepimiz işi gücü bırakıp tüm eşyalarımızı alıp koşturduk bölgeye. Aile helikopter kiraladı ve iplerle sahaya inerek sahayı baştan sona taradık, her yer kar kaplıydı ve bulamadık. 8 ay sonra kaybolan dağcının cesedi bir çoban tarafından bulundu. Bu olaydan sonra bir avuç dağcı arkadaş oturup toplantı yaptık ve 1990 yılından itibaren dağcılığa ilgi artmaya başladı. Benim başarılarım gençlere örnek oldu ve onlar doğaya daha fazla ilgi duymaya başladılar. Dağcılık farklı bir spor… Kazalarda kurtarma işlemini yine sadece dağcılık bilgisi olan yapabilirdi. Ne köylü, ne jandarma, ne bir başka kurum bunu yapamazdı çünkü; dağ bilgisi, dağcılık bilgisi ve kondisyon ister. Böyle fiili bir durum olunca ileriye yönelik arama kurtarma ekibinin yapılanma ihtiyacı ve böyle bir varlığın oluşturulması fikri gelişti. Türk Silahlı Kuvvetleri bile arama kurtarma yapılanmasını 17 Ağustos depreminden sonra gerçekleştirmiştir. Şöyle geriye doğru baktığımızda, gönüllü bir arama kurtarma ekibi Cumhuriyet tarihinden bu yana ilk kez dağcılar arasından çıkıyor. Çünkü Dağcıların hepsi ya üniversite öğrencisi ya da üniversite mezunudur. Eğitim seviyesi çok yüksek bir spordur. Gelecekteki kazalar için bugünden hazırlık yapalım istedik. Arama kurtarma bambaşka bir iş. Bu bir takım işi. Malzemesi, lojistiği, eğitimi, yapılanması, antrenmanları, gönüllü personeli, kaynak yaratılması vs… 1995 yılında, bu konuda kapasitemizi geliştirmeye odaklandık. Bu sırada bir gerçekle karşılaştık. Türkiye’nin doğal afetler riskini gördük. Kitlesel afetler, seller, depremler… Bunun üstüne yeni bir vizyon geliştirdik.

Madem biz karşılıksız yardımseverlik ilkeleriyle çalışacağız, ihtiyaç halinde tüm afetlerde gönüllü çalışan bir yardım ekibi olmalıyız dedik.  Bu sadece dağcıları kurtarmak için değil tüm Türkiye’de afetlerle ilgili çalışmalarda gönüllü bir arama kurtarma ekibi olmalı dedik.

14 Mart 1996da AKUTu kurduk ve 7 kişiydik, hatta 7nci kişiyi zor bulduk. Bugün 30 bölgeye yayılmış 1.500 kişiyi aşmış durumdayız. Şimdi çok kapsamlı bir derneğe dönüştü. Spor kulübü olan, yayınevi olan bir dernek ve vakıf derken, bayağı bir büyüme gerçekleşmiş oldu. Malzeme ve lojistik tamamen bize aitti, arkadaşlarımızla hayatımızı buna odakladık ve 1999 depremi dahil olmak üzere, her yerde tamamen kendi araçlarımızı ve malzemelerimizi kullandık. Bu depremden sonra, bize yardımlar gelmeye başladı. Bundan önce birçok arama kurtarma faaliyetlerimiz vardı fakat dediğim gibi tamamen kendi imkanlarımız ile gidiyorduk. Arabamı sattım çift kabinli kamyonet aldım. Diğer arkadaşlarım da aynı şekilde. 99 depremi AKUT‘un 39. arama kurtarma çalışmasıydı. Biz bu depremden önce birçok çalışmalar yapmış ve çok hayatlar kurtarmıştık. Bülent Ecevit, sivil toplum hareketlerine çok önem veriyordu. Biz, Adana Ceyhan depreminde bölgeye Başbakanın talimatıyla, Başbakanın uçağıyla gitmiştik. Orada gösterdiğimiz başarıdan dolayı bize 15.01.1999 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla AKUT‘a ‘’Kamu Yararına Çalışan Dernek’’ statüsü verildi. Bugün bile bu statüye getirilmiş başka bir arama kurtarma ekibi yok.

Kararlı bir insanım dediniz, birçok başarıya imza attınız. Başaramadığınız veya hayallerinize ulaşamadığınız durumlar oldu mu hayatınızda?
Tabi ki var. Hayat öyle bir şey ki; sen bir plan yapıyorsun fakat hayat bazen o plana uygun olmuyor. Bu senin kötü ya da iyi olmandan kaynaklanmıyor. Koşullar uygun olmuyor başka bir şeyler çıkıyor. Beklenmedik bir durum meydana geliyor ve siz o planı uygulayamıyorsunuz. Benim de yapmak istediğim ama yapamadığım şeyler oldu elbette. Zirvesine çıkamadığım çok dağ olmuştur. Dağın nesnel koşulları tırmanışa elverişli olursa biz dağcılar tırmanabiliriz. Sonuçta biz intihar eğilimli insanlar değiliz ki her koşulda dağa tırmanalım. Eğer biz geri döndüysek ve tırmanmadıysak, herkes zaten geri dönerdi. Yani hiç kimse o koşullarda tırmanamazdı. Dağcılık konusunda benden kaynaklı tırmanamadığım dağ olmamıştır, eğer ben tırmanamadıysam kimse tırmanamazdı zaten.

Dağcı olmasaydınız, ne olmak isterdiniz? Mesela pilot olmak ister miydiniz?
Ben 6.5 numara miyoptum. 2 yaşında gözüm şehlaydı ve gözlük takmaya başladım. Bütün hayatım boyunca gözlük taktım. Üniversitede de lens takmaya başladım, 1997 yılında da ameliyat oldum. Kurtuldum lensten. Ama paraşütle atlama deneyimim oldu.

İlgimi çeken bir slogan geliştirdiniz “Kendi Everest’inize Tırmanın“, bunun içini doldurmak gerekirse ne anlama geliyor?
Benim 7. kitabımdır bu. Kişisel gelişimle alakalıdır. Gençliğimde birilerine akıl danışma gibi bir durumum olmadı benim. Gözümü kararttım ve çıktım o işlerin içinden. Gençlere yol gösterebilmek adına, başarı ve mutluluğun yol haritası dediğim 64 adımdan oluşan bir yöntemden bahsediyorum kitapta. Kişinin kendi farkındalığından beslenen bir şey bu. Orada şunu vurguluyorum aslında; herkes Everest’e tırmanamaz ama herkesin kendi Everest’i ve doruğu vardır. Önemli olan kişinin içindeki gizli potansiyelini ortaya çıkartmasıdır, kişinin kendi Everest’i. Onu ortaya çıkardığınızda zaten bu hayatta ulaşabileceğin yere, ulaşman gereken yere ulaşmışsın demektir.


Evlilik de bir Everest.

Peki, siz buna ulaştınız mı?
Tabii kendi Everest’in bir tane değil. Birçok Everest’in olmalı. Bu sosyal hayatında da, aile ve iş hayatında da, spor hayatında ve birçok alanda da böyledir. İnsanın elini attığı her şeyde yapabileceğinin en iyisi diye bir şey var. Öyle bakmak lazım. Sorunuza gelince; dağcılık anlamında tabii ki istediğim yerlere ulaştım. Sivil toplum anlamında AKUT çok çok iyi bir yerde ama çok daha iyi yerlere getireceğiz onu, o devam edecek, onu hep yükselteceğiz. 2 sene önce, 41 yaşında evlendim, yeni bir hayat o, yeni bir düzen, onun için de tabii ki bir takım hedefler var. 7 tane kitap yazdım. Bir paylaşım ve üretkenlik anlamında o da bir Everest. Aslında bunların hepsi yapabileceğinin en iyisini yapmak, işin özeti bu…                         

Zirve kelimesi hayatınızda bir yer oluşturmuş gibi. Zirve denince aklınıza ne gelir?
Zirve insana, insan da zirveye yakışır aslında. Bence insana yakışan bir şey zirve. Genelde aklıma dağlar ve dorukları gelir.

Müslüman olmadığınızla ilgili medyada bir takım bilgiler yer aldı. Sizin için Yahudi, Ermeni, hatta Yahudi Ermenisi bile dediler. İnternet sayfanızda da Müslüman olduğunuzu ve atalarınızın kim olduğunu, devlet arşivlerinden çıkartıp,  yayınlamak zorunda kalmanıza neden olan neydi? Öz geçmişinizi neden ispatlamak zorunda kaldınız?
Hikaye bu kadar basit değil. Mezarlarında yatan atalarımın kim olduğunu ispatlamak zorunda kaldım. Bana insanın geçmiştekileri öne sürüp övünmesinin hoş karşılanmayacağı öğretilmişti. Ama 40 yıllık ömrümün son 10 yılında o kadar çok hakarete, iftiraya maruz kaldım ki bu seferlik beni ayıplamanızı da göze alarak kim olduğumu ispatlamak zorunda kaldım. 1999 depreminden sonra AKUT, ‘’En Güvenilir Kurum’’ seçildi. Ve ben de bunun başkanı olduğum için bana bunlar yapıldı. İnsanların böyle bir kuruma güvenmelerinden korkuldu. O dönemde yapılan ankette Türkiye’nin en güvendiği kurum seçildik, bunun da bedelini ödettiler tabii. Tabii benim hakkımda bulabilecekleri hiç bir açık yok. Benim parayla pulla bir hesabım yok. Büyük babam Garanti Bankası’nın kurucularından biridir. Yaşadığım yeri görüyorsunuz (Etiler). Kimsenin tavuğuna da kış dediğim yok. Sportif başarı desen en iyileri bende. Eğitim desen, görgü ve kültür desen hepsine sahibiz. Bu yüzden adamlar bende bir açık bulamadıkları için, bu herif Ermeni dediler. Bu herif Yahudi dediler. Aslında AKUT Masonik bir örgüt vs dediler ve türlü iftiralar attılar. En kolay yolu biliyorsunuz Türkiye’de, ‘’çamur at izi kalsın.’’


Hedef neden Akut ve siz oldunuz? Bu iftiraları Türk halkına yutturmalarını kolaylaştırdı mı sizin adınızın ve soyadınızın farklı olması?
Tabii tabii, aynen öyle. Zaten öyle yaptılar. Bakın size bir şey göstereceğim, (bir gazete kupürü gösteriyor ve kitabında da buna yer vermiş). Onu görünce zaten oturuyor:  Anket başlığı “Kamu Adil Değil, Akut En Güvenilir”. Bakın en tepede biz varız, Akut olarak 1. güvenilir, altımızda muhtarlar, üniversiteler, polis, belediyeler ve en altta TBMM. Yani bakanlar, başbakanlar, milletvekilleri en az güvenilir çıkıyor ankette. Çünkü o dönemde bankalar hortumlanıyor, rüşvet, yolsuzluk diz boyu. Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz o dönemde yüce divanda birbirlerini akladılar. Bu millet her şeyi görüyor, kalbine ve beynine nakşediyor. Böyle bir süreçten geçtik biz. TBMM’nin altında hükümet ve onun altında da Kızılay yer alıyor güvenilirlik konusunda. Bu fotoğrafta her şey kötü giderken AKUT çıktı ortaya, gönüllü çocuklar. Kim bunlar diye ortaya birçok şey attılar. Bunlar enkaz altından ziynet eşyası topluyor, bunlar zengin çocuğu vs... Bakmayın gülüp geçiyoruz ama yaşaması çok zor bir süreçti.

BM’in INSARAG (Uluslararası Arama Kurtarma Danışma Grubu) adında bir yapılanması var. Geçen günlerde Akut, BM INSARAG‘ın düzenlediği yeterlilik sınavını başarıyla geçtiğini duyduk. Bu süreç nasıl gelişti ve Akut sınavı kazanmayı nasıl başardı?
INSARAG, dünyada gelişen kitlesel afetlere müdahale edecek ekiplerin yeterliliğini denetliyor ve belli standartlarda olmasını istiyor. Bunun için de kurallarını koymuşlar. Acayip kapsamlı ve detaylı kurallar bunlar. Biz aylar süren bir hazırlık sonunda bu sınava girdik. 4 gün süren çok ağır bir tatbikat bu. Afet yaşandıktan sonra 50 kişi ile 2 ayrı yerde, ekipman ve teçhizatınla bölgeye ulaşacaksın. Bu taahhütün altına girmen lazım. İşte biz o tatbikatta o taahhütü yerine getirdik. Bundan sonra Türkiye adına bütün yurt dışı operasyonlarda AKUT logosu, Türk bayrağı ve altında da BM logosu ile Türkiye’yi AKUT temsil edecek. Bu statüde Türkiye’de tek biz varız.

2009da Uluslararası Barış Ödülü aldınız? Bundan bahseder misiniz? Neden size bu ödül verildi?
Gusi Peace Prize, Asya’nın Nobel’i olarak konumlandırılmaya çalışılan bir ödül. Her yıl yaklaşık 15 kişiye veriliyor. Bir kişi hayatında bir kez alabiliyor. Kişisel başarı sağlayan, insanlığa hizmetiyle, hayata doğaya kattığı değerden dolayı verilen bir ödül. Bana hem spor hem de insanlığa yaptığım katkıdan dolayı 2 dalda verdiler. Bu sene 10. yılı ve şaşaalı bir tören hazırlığı yapmışlar. İlk Türk olarak ben aldım, bul yıl da Zülfü Livaneli alacak ödülü ve ödülü benim vermemi istediler ve beni de tekrar davet ettiler.                                    

Çok güzel bir başarı tebrik ediyorum. Peki, şimdi hedefinizde ne var? Yapacağınız bir proje ya da rekor denemesi var mı? : )
Akut ile ilgili projeler hiç bitmiyor desem yeridir. Şahsımla ilgili, tekne ile bir dünya turu istiyorum, şöyle 1-2 yıl sürecek tur. Yeni kitaplar var yazmak istediğim. Motorla bir maceram olacak. Bugün Kültür Üniversitesi’ne gittim, bu İstanbul trafiğinde motor kullanmak benim için vazgeçilmez oluyor. İstanbul için en iyisi.
Hindistan’da Speedy diye bir bölge var. Gezginlerden aldığım bilgiye göre, orası gitmem gereken bir parkur. Motor ile bu parkuru geçmeyi planlıyorum. Bir maceram olmuştu Bhutan’a motorla gitmiştik eşimle. Böyle bir maceramız olmuştu.


Sanırım 2 yıl önce Mine Hanım ile Bhutan‘da evlendiniz.
Evet, öyle oldu, nikahımızı Bhutan Adalet Bakanı kıydı. Hatta dünyada Bhutan’da yurt dışında geçerliliği olan ilk Türk evli çift olduk. Bhutan küçük bir Budist Krallık, Himalaya’ların ortasında 700.000 nüfuslu bir yer. Bizim Nepal fahri başkonsolosumuz Prof. Günseli Malkoç’tan dolayı orda böyle bir fırsat çıktı karşımıza, orada herkesi tanıyordu. Hükümet yetkilileriyle ilişkileri vardı. Adalet Bakanı ilk kez bir evli çiftin nikahını kıydı ve imzaladı.

Fotoğrafa ilginiz olduğunu biliyorum, nasıl başladınız fotoğraf çekmeye?
Ben şimdi böyle sürekli geziyorum, gördüklerimi de dönüşte arkadaşlarıma anlatıyorum. Tabii ilk gittiğimde fotoğraf falan çekmiyordum. Ama benim yaşadığım bu heyecanı onlar yaşayamıyorlardı ve hep sordular fotoğrafları yok mu diye. Hakikaten bu gezdiğim yerleri belgelemek lazım diye düşündüm. 1 sene sonra fotoğraf makinesi aldım, Nikon FG 20. Makineyı her yere soktum, mağaralara, rutubetli ortamlara vs. Bana mısın demedi makine sağlam çıktı. İşte sonra fotoğrafçı oldum yani.                                                           

Şimdi hangi makine ve objektifleri kullanıyorsunuz?
Ben hep Canon’a geçmek istiyordum, ama bir türlü geçemedim. Çünkü Nikon body ve ona ait objektiflerim vardı ve onları çöpe atamazdım. Bir süre Nikon ile devam ettim. Fakat şöyle bir kötü olay yaşadım. Costa Rika’da çantamı çaldırdım, bir şort bir t-shirt ve cüzdanımla ortada kaldım. Çantamda kamera, lensler ve eşyalarım gitti. Aslında kendime de çok kızdım, çok dikkatliyim aksine ama oldu bir kere işte. Sonra Canon 5D Mark II aldım  ve onu kullanıyorum.

Misafirperverliğiniz ve röportaj için eşiniz Mine Hanım’a ve size teşekkür ediyorum. Hayat dolu, enerji dolu bu yaşam kalitenizin devam etmesini diliyorum.
Ben teşekkür ederim

Röportaj: Murat TELLİOĞLU



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder